Sohbet kelimesi s-h-b kökünden geliyor. Sahip, ashap, sahabe hep aynı kökten. “Yol arkadaşlığı, dostluk, ünsiyet kurmak” gibi anlamları içeriyor. Birlikte oturup konuşmak, sonra da dağılmaktan daha öte bir anlama sahip. Yol arkadaşına “sahip” denilmesi bunu ifade ediyor. Kur’an Tevbe Sûresi 40. ayette Hz. Ebubekir için “sahip” kelimesini kullanıyor. Bugünkü anladığımız arkadaşlıktan daha öte bir anlamı var. Bir bağlılığı, bir sahiplenmeyi, “sahip çıkmayı” ifade ediyor.
Sohbet ettiklerimiz aynı zamanda sahiplendiğimiz, sahiplenildiğimiz kişilerdir. Sadece entelektüel, akademik, bilişsel bir şey değil sohbet. Salt bir bilgi alışverişi değil. Birlikte yürümeyen, yolun zorluklarında birbirlerini sahiplenmeyen kişilerin yaptıklarına sohbet denilebilir mi? Dahası birbirini anlamayan kişilerin sohbet etmesi, birbirlerini sahiplenmesi mümkün mü? Size sahip çıkmayacak bir insanın anlattıklarının ne değeri olur?
Sözünü ettiğim ayete tekrar dikkatinizi çekmek istiyorum. Malum, hicret esnasında düşmanın takibinden gizlenmek için sığındıkları Sevr mağarasındaki olayı anlatır bu ayet. Hz. Ebubekir biraz kaygılanınca “mahzun olma!” demişti Efendimiz; “Allah bizimle beraberdir.” Yani, asıl sahibimiz odur. Yolun da, yolcunun da, menzilin de sahibi O’dur. Yol, yolcu ve menzil doğru ise bu sohbete asıl sahibimiz de dahil demektir. Nitekim ayet şöyle devam eder: “Şüphe yok ki Allah, ona manevi bir kuvvet ve huzur vermişti ve onu, sizin görmediğiniz ordularla kuvvetlendirmişti…”
Demek ki, sohbetimize dahil olan başkaları da var. Yeter ki, yolcular birbirini anlasın, anlaşsın, birlikte yürümeye azmetsin. Ama dediğim gibi, yolcuların birbirlerine sahip çıkması birbirlerine “ashap” olabilmeleri, birbirlerini anlamalarına bağlıdır. Anlaşılmak arkadaşlığın, dostluğun, sohbetin, yolculuğun ve sahiplenmenin ön şartıdır. Empatinin olmadığı bir ortamda yapılan konuşmaların kuru gürültüden ne farkı kalır ki?
Empati karşımızdaki kişinin gözünden dünyaya bakmak, onun anlam dünyasına dahil olmaktır. Kısacası kendimizi muhatabımızın yerine koyabilmek, daha da kısacası onu anlayabilmektir. Empati yapabilmek için bir süreliğine kendi kriterlerimizin, kendi değer yargılarımızın, kendi “iç dünyamızın, tecrübelerimizin” dışına çıkmak gerekir. Kendi kalıplarımızın içinde kalarak muhatabımızı ancak yargılayabiliriz, anlayamayız.
Anlama bir teşhis, yargılama ise bir müdahaledir. Yanlış teşhis, yanlış müdahale demektir. Gerisi kavga-gürültü; gerisi suçlama, dışlama ve ötekileştirmedir.
İnsanların çoğu yanlış anlaşılmaktan korkar da yanlış anlamaktan korkmaz. Halbuki muhatabımızı yanlış anlama kaygısı içimize yerleşmiş olsa, gerçek bir iletişim kurmamız mümkün olur. İnsanı şu hayatta en çok rahatlatan şeylerden biri anlaşılmaktır; doğru bir şekilde anlaşılmak. İnsan kendini anlayan kişiyi dinleyebilir. Kendini anlayan kişiye açılabilir, iç dünyasını paylaşabilir. Anlamayan, anlamaya çalışmayan kişiye yabancılaşırız. Yabancı birine kapıyı açar mısınız? Açsanız da onu içeriye alır mısınız? Evinizin kapısını açmadığınız birine kalbinizin kapılarını açar mısınız? Onunla uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıkar mısınız?
Modern dünyanın insanlığı getirip bıraktığı yere bir bakın lütfen. Yalnızlık, kaygı ve güvensizlikten başka ne bulabiliyorsunuz? Birkaç gün önce Norveç’ten gelen bir haber, insan olan herkesin yüreğini dağlar. 60 yaşlarındaki ismi açıklanmayan bir adamın cesedi öldükten 9 yıl sonra dairesinde bulunmuş. Adam yalnız yaşamış, yalnız ölmüş. Kimse arayıp sormamış; ne dirisine ne ölüsüne kimse sahip çıkmamış.
Oslo Polis Müfettişi diyor ki, “Başkalarıyla çok az iletişim kurmayı seçen biriydi!”
Yani demek istiyor ki, sohbetsiz, sahipsiz, ashapsız bir hayatı vardı.
Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nden Profesör Arne Krokan ise olayı, “Yeni teknoloji sistemlerinin toplumun üyeleri arasındaki fiziksel teması azaltmasının bir sonucu” olarak açıklamış.
Neden acaba? Onu sohbetsiz ve ashapsız bırakıp sonra da sahip çıkmayan kim? Bu sistemi kim kurdu? Neden böyle kurdu?
Nafile sorular… Görmezden gelinmeye, cevapsız bırakılmaya mahkûm.
Geçen sene Euro News haber sitesinin bir manşeti şöyleydi: “Dünyanın en mutlu ülkesi Finlandiya’da intihar oranları neden bu kadar yüksek?”
Biz size soralım neden bu kadar yüksek?
Hâlâ Finlandiya’ya “en mutlu ülke” diyor olmanızdan kaynaklanıyor olmasın! “Mutluluk” diye pazarladığınız yaşam anlayışınızdan kaynaklanıyor olmasın! Haberde umutsuzluğun “pik yaptığı” yaş ortalamasının 50 olduğu, insanları intihara götüren sebeplerin başında “yalnızlık, yorgunluk, depresyon, stres” gibi etkenler geldiği ifade ediliyordu.
İnsanlığı bağımlılık ya da intihar seçenekleri arasında bırakıp, sonra da terk edip giden bir dünyadır bu yaşadığımız. Doğusu-Batısı yok bunun. Her yıl 1 milyon kişi intihar ediyor bu dünyada. BM’nin 2018 raporuna göre 275 milyon kişi uyuşturucu kullanıyor, 30 milyon kişi ise bağımlı.
İleti ve bildirimlerin dünyasıdır bu gördüğümüz; sohbetsiz, ashapsız, sahipsiz bırakılmışların dünyası. Derdini dinleyecek birini ancak parasıyla kiralayabilenlerin dünyası. Parayla dert dinleyenlerin dünyası. Ekranların arkasında, dijital odaların kapısında, kabloların diğer ucunda bekleşenlerin dünyası.
Murtaza Mutahhari, bir kitabında herkesin bir “seyri” vardır ama herkesin bir sireti yoktur, diyordu. Akıp giden, dolaşıp duran, oradan oraya savrulanın bir sireti nasıl olsun ki!
Siretle değil, suretle değil, süratle övünenlerin dünyasıdır bu. İnsan sesinden daha çok bildirim sesi duyanların dünyası. Avatarların dünyası.
Öyle bir sürat ki; ne siret bırakmış ne de suret; ne yol bırakmış ne de yolcu, ne sohbet bırakmış ne de ashap.
Sohbetsiz bir dünyadır yaşadığımız. Yalnız bırakılmışların, cesedi sahipsiz kalanların dünyası.
Bundan daha ürkütücü bir distopya var mı?