Bir Kasım sabahı… Nostaljinin içinde kaybolmaktı…
Yazdan kalma bir Kasım günü. Sabah saatleri olmasına rağmen güneş olanca güler yüzlülüğü ile insanın içini ısıtıyor sanki. Parkın kâh yeşil kalmış çimenlerinin üzerinde, kâh artık giysilerini çıkarmış ağaçlardan kopup yerleri halı gibi kaplamış hazan sarısı yaprakların üzerinde yürüyorum.
Üzerine bastığım, hoyrat rüzgârların yerlere atıverdiği yatıya uzanmış kuru dalların çıtırtısı ya da yaprakların hışırtısı ile doğanın sesini dinleyerek düşünüyorum. İç sesimle konuşuyorum, bazen kavga ediyorum, çokça da yine barışıyorum kendimle. Hazandan mı neden bilmem, yine bir hüzün dalgası ile kaplıyım…
Milan Kundera bir yapıtında şöyle der; “Nostalji, geriye dönme arzusundan kaynaklanan ve karşılık bulamayan bir hüzün, hatta acı çekme halidir”
Nostalji kelimesinin kökü eski Yunancada “nostos” (dönüş), “algos” ise (hüzün) den geliyormuş. Geriye dönüş özlemi, hüznü. Dönemeyeceğini bildiğin için hüzün…
Hani bazen unuttuğumuz sandığımız bir kişi, sokakta birdenbire karşımıza çıkan eski yıllardan kalma bir dost, dinlediğin bir müzik, ya da nereden çıktığını bilmediğin ansızın burnuna geliveren bir koku evet sadece bir koku götürüverir ya geçmişe. Öyle bir andayım…
Sessizlikle yıkandığın saatlerde bilincinin o sessizlikte anımsattığı iyi kötü ne varsa akıp gidiyor gözünün önünden… An geliyor ki nostalji duygusuna kapılınca insan, acı tatlı ne varsa her şeyin eskiden sanki daha masum yaşanmış olduğu düşüncesine kapılıyor.
İç sığınağına sığınıyor insan, kendi derinliklerine çekiliyor… Ne var ki bu sessizliğe bir de huzur eşlik etsin… Dış seslerden arınıp bir kakafoniden bir senfoni yaratmak istesin…
Hani bir kapı açılır belki aniden önünde, bir film efekti gibi, düşsel kilitlerini kırıp. Yavaşça girersin içeri o kapıdan hiç duraksamadan. Tanıdık bir hava çarpar yüzüne ısınırsın. Tadına vara vara yürürsün yavaştan derinlere doğru.
Eskimiş zamanların o bildik kokusu gelir, zamanın kırıldığı bir andasın ve sanki bir zaman yolculuğuna sürükleniyorsun. Şu zaman denilen illetin çıkmaz kuyularında kaybolursun…
İşte karşıdan çocukluğun geliyor yüzündeki gülümsemeyle elindeki topu sektiriyor hala. Tanıyorsun o rengârenk topu. Yanında arkadaşların var ve hala kıkır kıkır gülüyorlar kim bilir kaçıncı defa anlatılan aynı hikâyeye, yüzlerinde al mı al bir heyecanla. Bir zamanlar içinde saklambaçlar oynadığın kömür kokulu sokakta yürüyorsun.
Tozlu sokağın içindeki bahçeli küçük ev göz kırparak çağırır bir anda. Bahçe kapısını o bildik gıcırtıyla açıp ahşap kapının tokmağında bulursun elini. Serin odalarında gezinirsin, her bir köşesinde biriken anılar hiç eskimemişçesine bakarlar bulunduğu yerden. Burnuna annenin yeni yaptığı böreğin kokusu gelir hatta. Burnunun direği sızlar bu sefer.
Siyah beyaz fotoğraflar dağılmış bir çekmecenin içinde, değerli zamanlardan kalan şimdi eski değerini yitirmiş gibi boynu bükük sararmış öylece atılmış gibi, bir elin değmesini özlemle bekleyen fotoğraflar. İşte babam şu fotoğrafta nasıl da dimdik duruyor, güvenli, dinç vücuduyla. Şu fotoğrafta ise hastalık zamanlarındaki çökmüş yanakları ile çok zayıf. Acıyor içim. Şunda da beraber çekmiş bizi fotoğrafçı. Küçücük bir kızım daha. Boyum dizlerine geliyor. Ne çok geçmiş üzerinden…
İşte büyümüşüm de okul yıllarımı gösteriyor şunlar. Lise arkadaşlarım siyah beyaz gülümsüyorlar oradan. Ve o ilk göz ağrısı… O telaşlı zamanlar, tatlı heyecanların zamanı. Hafiften solmuş, sararmış bir yığın hatıra.
Nostalji denen kavramın içinde kaybolmanın sırası mı şimdi?
Hepimizin yaşadığı elle tutulur yoğunluktaki anılar vardır. Aklımıza geldiğinde burnumuzun sızladığı, gözümüzün yaşardığı, boğazımıza bir yumrunun yerleştiği ya da içimizin büyük bir pişmanlıkla dolduğu, isyan ettiğimiz, iyi kötü fark etmez yaşanmışlıkları barındıran anılar… Hayatımıza dokunan anlar…
Bilemedim şimdi, güzel anılar tamam da, tat vermeyen anıları saklamanın yararı var mı? Saklayıp koleksiyon mu yapmalı, ya da göçebe kuşlar gibi bulunduğun mevsimi mi yaşamalı? Kışı kışta, baharı baharda yaşamak gibi. İnsanoğlu geçmişinden de kopamıyor ki…
Canhıraş bir korna sesiyle kendime geldim. Büyük şehirde yaşadığımı bir an unutmuştum. Yine de dudağımın kenarına bir gülümseme yerleşmişti kendiliğinden ve gerçeğe döndüm… Mevsim sonbahardı, ömür de öyle…
Şükran Okyay