Kimse bilmiyor sanki herkesin bildiğini. Bir sonu yokmuş gibi kıra döke yaşanıyor bütün ömürler.
Ne acayip.
Ne acayip er ya da geç öleceğini, hatta bunun belki hemen yarın olabileceğini bilerek, yine de yoktan sebepler uğruna incitmek birilerini. Güneşin bereketine yüz çevirip sıkı sıkı kapamak perdeleri. Bir koltuğa çakılmak, yarın hatırlamayacağın bir kedere saplanmak ya da.
Ne acayip unutmak, tabiatıyla kimsesiz olduğunu dünyada. Ve sanki birileri bu konuda vazifesini yapmıyormuş gibi herkese ayrı ayrı alınmak.
Her şeye anlam bulmaya çalışmak ne acayip.Aramak, aramak, ısrarla, kanaya, kanata aramak.Yeni bir iş yapıyormuş gibi saçma bir hevesle eline sivri uçlu kalemler alıp kalbin damarlarını kazıya kazıya yeni baştan aramaya koyulmak.
Ne acayip bulma umudu taşımak.
Hem de kaybetmeye bu kadar çok benzerken bulmak.
Ne acayip beklediğin kimsenin asla gelmemesi ve hiç beklemediklerinin renkli boncuklar gibi dizilmesi. Büyük hasretlerin küçük heveslere kurban edilmesi ne acayip. Ne acayip insanın başkalarına en çok kendi canını yakan kıymıkları reva görmesi. Her katilin bir başkasının kurbanı olması ne acayip. Ne acayip kalbin arzı, talebi ve o müthiş dengesizliği.
Başkalarınca sevilmediğimiz kadar sevmiyoruz biz de öbürlerini.
Ne acayip yıpranmış telefon rehberleri. Artık aranmayan numaralar, kopmuş sayfalar, unutulmuş isimler… Ne acayip nicedir kırmızı kılıflı o rehberlerin bile ortalıkta görünmeyişi. Telefonların bizzat birer rehbere dönüşmesi, sadece numaralara değil, hayatın kendisine bile kılavuzluk etmesi ne acayip. Kargalar geliyor insanın aklına.
Ama yine de ağlamak istiyor insan hatırlamadığı isimleri düşündüğünde. Çünkü onlar kendi isminin de başka bir yerlerde unutuluşun kanıtı neticede.
Ne acayip kapılara, telefonlara dikilen gözlerin kırılganlığı. Beklemenin yılgınlığı, anlamanın boğaza attığı düğüm…Yine de perdeyi aralayıp bir heves sokağa göz gezdirmek. Ve kimsenin gelmeyişi elbet. Ne acayip başka perdeler de senin için aralanmışken belki böyle, beklemekle meşgul olduğundan herhalde, kimseciklere gitmemek.
A ve B noktalarından kalkıp asla buluşamayan trenler, çarpışmamışlar demek.
Ne acayip bir hayatın trajedisinin başka bir hayatın detayı oluvermesi sadece. Biz fanilerin birbirimizin hayatlarınki acıklı figüranlığı. Nadiren de olsa kazandığımız başrollerin söke söke, hatta parçalayıp kanatarak bir yerlerimizi, muhakkak elimizden alınışı. Sonra bizim elimizin ucuyla başkalarına lütfettiğimiz yan roller. Dönüp onlara bakmayışımız. Bir heves giriştikleri kırılgan oyunlara aldırmayışımız. Bize verilen tekmil acıyı sırası geldikçe başkalarına ikram etmekten zinhar kaçınmayışımız ne acayip.
Hep kırılan kalplerimizden bahsediyoruz, peki ya bizim kırdıklarımız?
Ne acayip yorgun kol saatleri. Hep yanlış zamanı gösteren akrepler, onların usulca sokuverdiği bilekler. Kesilen nabız. Akan zaman ve damlayan kan. Birilerinin bir şeylere hep geç kaldığına inanması ve birilerinin de daima erken geldiğine. Ne acayip asla buluşulamayan istasyonlar. Kaçan trenler, limandan ayrılan gemiler, ne acayip belli bir vakte ayarlanmış ve ille de o vakti beklemeyi adet edinmiş insanlar ve düdüklü tencereler. Uzun suskunlukların getirdiği büyük patlamalar ne acayip. Düdüklü tencereler ne saçma ve Allah’ım, insanlar ne kadar yalnız. Nasıl da korkunç bir şey bu yalnızlığımız.
Ya da belki yalnız olduğuna inanmış koca bir kalabalığız.
Ne acayip doğarken ağlayışımız ve ölürken gülümsemeye çalışmamız mahcup bir özür gibi.
Ne acayip bizim sandığımız bu âlemden bağıra çağıra geçip, minicik bir iz bile bırakamadan yokluğa karışmamız. Heybetli ve zavallı, şerefli ve sefil, ama insan, işte insan, sadece insan varlığımız.Tekmil sersemliğimiz ve hatalarımız karşısında, avunup sığınabileceğimiz tek şeydir belki de insanlığımız.
Ama gene de ne acayip kopyalayışımız ve yapıştırışımız. Bütün acıları. Bütün hayatlara. İlkmiş gibi. Sonmuş gibi. Sonsuza kadar. Ne acayip.