Hayatımızın ilk üç yılı kimlik oluşumundaki en önemli dönemdir. Beyindeki nörobiyolojik gelişimin de en hızlı olduğu yılardır. Bu dönemde başımıza gelen olumsuz deneyimlerin şiddet derecesi ve sıklığına göre kişiliğimizde, narsisitik, borderline ve şizoid kişilik bozuklukları gibi ağır patolojiler oluşabilirken, narsisitik, borderline , şizoid kişilik örgütlenmesi olarak da kalabilmektedir.narsisitik yapıyı tartıştığımız bu yazıda; olumsuz deneyimlere ve narsisitik kimliği özelliklerine yönelik detaylara yer verilmiştir.
Kişiliğimizin iskeleti hayatımızın ilk 3 yılında oluşmaktadır. İlk 3 yılda, belli aylar hem bedensel hem ruhsal gelişimimizde dönüm noktalarıdır. Bu kritik aylarda beynimizde de nörobiyolojik olarak gelişmeler olmaktadır.Deneyimlediğimiz olumsuz yaşantılar ile paralel olarak, gelişimimiz durabiliyor ve bir üst sınıfa geçememek gibi o dönemde takılıp kalabiliyoruz. Takıldığımız döneme ait kişilik özellikleri de baskın karakterlerimiz olarak ilişkilerimize yansıyor. Hayatımızın ilk 3 yılında maruz kaldığımız travmalar kişilik bozukluklarının oluşmasına neden olmaktadır. Borderline ve Şizoid kişilik bozukluğu gibi, Narsistik kişilik bozukluğu da erken dönem kişilik bozukluklarından biridir. Yaşantılanan patolojinin şiddet derecesine göre ağır kişilik kişilik bozukluğu oluşabildiği gibi,kişilik bozukluğuna göre daha hafif bir klinik görüntü olan, kişinin baskın karakteri narsistik, borderline ve şizoid kişilik örgütlenmesi şeklinde de görülebilmektedir.
Bebekliğinizin 0- 18. ayları aralığında bakım vereniniz, ihtiyaçlarınızı siz istediğinizde değil de kendi kafasında kurguladığı zamanlarda karşıladı ve düşüncesindeki “proje çocuğu” yetiştirmek için sizin kendinizi var etmenize izin vermedi ise, ki özellikle 8 aydan sona emekleme döneminizde siz dünyanın cazibesini fark ederek keşfedilecek yüzlerce şeye dokunup yaklaşmaya çalışırken engellendiyseniz, ortalık dağılmasın diye çekmecelerin kilitli kapaklarını açamadı ya da tam da başarmışken elinizden alınıp daha yukarı koyuldu ise merakınız, karnınız açıkmış ağlarken daha bir saat öncesinde beslendiğiniz için üç saat daha aç beklemek zorunda kaldıysanız, sorunu bulup gidermek yerine ağlama krizleriniz yatıştırılmaya çalışıldı ise, ihtiyaçlarınıza empatik olunmayıp, ebeveyn düşünce dayatmalarına maruz kaldıysanız!…
Ben çok küçüktüm, dünyanın farkına yeni yeni varıyordum. Taleplerim, isteklerim çoktu. Hissettiklerim, heyecanım, coşkum yoğundu. Yere paralel konumdan, dikey konuma geçmeye yeni başlamıştım. Ayağa yeni kalkıyor, ilk kez annemden emekleyerek uzaklaşabiliyordum. 7-8 aylık olana kadar annemle ‘’kaynaşmış’’ yaşıyordum. Bütün bunlar, benim ilk “ayrışma” belirtilerimdi ve her şey nasıl da heyecan vericiydi. Yeni olanlara dokunmak, onları hissetmek. Duygumu sorarsanız; adeta dünyayla kaynaşıyordum. O da ne! Çok kısa sürdü heyecanım. İsteklerime ulaşmam artık engelleniyor, uzanıp tam yakalamışken elimden alınıyordu. Gördüklerime artık ulaşamıyordum, ağlıyordum, cezalandırılıyordum. Ama ben konuşamıyordum, sadece ağlayabiliyordum. Çok korkuyordum annem kızınca. Ağladıkça daha çok mahrum kalıyordum isteklerimden. Önce keşfettiklerim elimden alınıyor, ardından sevgim kesiliyordu. İsteklerim için diretirsem cezalandırılıyordum, sevilmiyordum. Onların istediği gibi yaparsam seviliyordum, ama sevgisiz yaşayamazdım ki! Çok küçüktüm, tek başıma var olamazdım ki! Mecburiyetlerim vardı, hepsinden önce bir çocuk olarak “koşulsuz sevilmeye” ihtiyacım vardı. Olmazsa olmazlarımdı bunlar. Yokluğunda geriye kendimden vazgeçmek kalıyordu. Kendi varlığı onanmamış bir çocuk olarak; “diğerleri benden ne bekliyor?” diye bakacaktım, bekleyecektim. Biliyordum ki, bu bekleyiş daha çok sevilme ihtiyacımı karşılamak içindi. Çünkü ben, “istediklerimi var edebilen biri değildim artık” ve “istekleri karşılayan biriydim”. Ben artık bir projeydim. Annem nasıl bir çocuk olmamı istedi ise o olmak zorundaydım. Hiçbir zaman “gerçek ben” olamayacaktım, ‘’sahte kendilikle’’ yaşamımı sürdürecektim. Aynı bebekliğimdeki gibi bir ötekinin gözlerinde onay arayacak, onaylanırsam doğru yaptığımı anlayacaktım, onaylanmayan bakışlarla karşılaşırsam istediğimi yapmaktan vazgeçecektim…
Bir de hiç empati yapamayacaktım, empati yapmayı öğrenememiştim ki ben! Annemin düşüncelerindeki gibiydim, bütün dünya da benim kafamdaki gibi. Tıpkı benim kafamdan geçtiği gibi bir diğerinin ihtiyacı ve hikayesi, başka bir fikri olamazdı ki! Evlendiğimde eşim bana “çok sıkıldım, arkadaşlarımla olmak istiyorum ‘’ dediğinde, bu ihtiyacını anlamlandırabilmem mümkün olamayacaktı. Niye gitsindi ki? Ne ihtiyacı vardı ki? Ya da ebeveyn olduğumda çocuğumun saçları dağınık ve ben düzeltmeye çalışıyorken, elimden kurtulmaya çalışıp, “istemiyorum ya ben böyle seviyorum” dediğinde bu mümkün olmayacak, dağınık saçla dışarıya çıkılmayacaktı. Etrafımdakiler sürekli şikayet ediyorken ben onları anlamıyor kalacak, dahası haklarında karar veriyor olmakla, kafamdaki gibi yaşamalarına zorlamakla, dayatmacılıkla suçlanacaktım. En kötüsü de istediğim gibi yapmazlarsa onları sevmekten vazgeçmekle, hayatı onlara çekilmez kılmakla yüz yüze kalacaktım. Ne ilgisi vardı oysa? bunlar gerçek değildi!. Benim kafamdakiler gibi, tüm bu yaşananlar ‘’benim füzyonum’’ du. Ben, bana öğretildiği gibi “kendi füzyonumda” dünyayı görüyordum. Başka şansım var mıydı?
Dahası da vardı aslında; bebekken istediklerimden vazgeçmek, öyle acı vericiydi ki buna dayanmam mümkün değildi. Duygularımı yalıtmıştım! “Senin hiç vicdanın yok mu, bana yaptıklarına hiç üzülmüyor musun?’’ dediklerinde, anlayamıyordum. Karşımdakilerin duygularını hissedemiyordum. Aslında “kendi duygularımı da hissedemiyordum”. Biliyordum, fakat hissedemiyordum. Öğrendim ki, bu bir savunma mekanizması; “yalıtma” imiş. Duygularla bilinç arasına çekilen çok kalın bir yalıtım malzemesiymiş. Suçlu muyum?
Dünyayı yeni keşfettiğimde yaşadığım duygu dünya ile sevişmek gibiydi. Annem dünya ile sevişmeme izin vermemişti ve benim kendim ile sevişmekten başka şansım kalmamıştı. Çok erken mastürbasyon yapmaya başlamıştım. Normalde 4-5 yaşlarında gidermem gereken nesnelere sürtünme ihtiyacım, 2 yaşımda iken başlamıştı. Annemin yatıştıramadığı duygularımı böyle yatıştırmaya başlamıştım. Bunun da adı ‘’ seksüalizasyon’’muş. Yoğun, uzun süren mastürbasyonlarımın, farklı partnerlerle seks ihtiyacımın, kendimi yatıştırmak için yapılmış birer “eylem” olduklarını; fetişizmimin de zamanında kontrol edemediğim annemi, bir parça nesne üzerinden kontrol etmeye çalışmam olduğunu öğrendim. Hayatımda bir şeyler ters gittiğinde, bunlar kaçış yollarımdı. Peki yaptıklarım benim suçum muydu?
Bebektim ben ve bu kadar olumsuz duygu ile baş etmek çok zordu! Sevilmiyordum! Kötülük, değersizlik, yalnızlık duyguları öyle acı veriyordu ki! Sanki kötü olan bendim, Allah’ın belası bir pislik gibi hissetiriyordu annem/ebeveynim. Buna dayanmak çok zordu. Bir yol bulmuştum; içimdeki kötü hisleri dışarı atmam gerekiyordu. Benim dışımdaki herkes neredeyse kötü, değersiz, yetersiz, beceriksiz, pis, çirkin olursa, ben en güzel, en yakışıklı, en değerli, en başarılı olabilirdim. Böylece benim fikirlerim, benim seçtiklerim de en iyisiydi. Bir şeyler ters giderse içimde öyle değersiz ve kötü hissederdim ki, yanımdaki kim olursa olsun, bu duyguyu onlara yüklemeden sakinleşemezdim. O zaman, her ne yaparlarsa yapsınlar onları aşağılar, hakaret edebilirdim. Bazen öfkem öyle artardı ki, şiddete bile başvurabilirdim. Öğrendim ki bu içimdeki kötüyü, tahammül edemeyip dışarıdakine yüklemek “projeksiyon” muş. Karşımdakini öfkeden, çaresizlikten çıldırtarak rahatlamak da “yansıtmalı özdeşim” miş. Bunlar da benim suçum mu?
Benim hayranlığa, alkışlanmaya, biricik ve diğerlerinden farklı olmaya, çok iyi görünmeye, işimde çok iyi olmaya olan ihtiyacım; benden beklenilenleri yerine getirme zorunluluğum vardı. Ben yukarıdaydım, onlar aşağıda. Ben özeldim, onlar sıradan, ben tektim ve her zaman görülecek bir yerdeydim. Beni görün, bana hayran olun, beni alkışlayın, istediklerimi yapın! Hepiniz benim için varsınız, ben nasıl görüyorsam dünya öyledir! Her şey 9 aylık iken başlamış, 18 aylık olmadan bitmişti. Artık kimliğimin iskeleti belliydi ve suçlu ben miydim?