Londra’da yaşayıp üreten, renkler ve geometrik şekillerle bizi soyut resimlerin dünyasının içine çeken Selma Parlour ile buluştuk.
Selma Parlour’un işleri bugüne kadar Saatchi Gallery, Royal Academy of Arts’ta sergilenmişti. Daha önce Pi Artworks İstanbul’da da sergisine denk gelmiş olabilirsiniz, “Activities for the Abyss” 2020’de düzenlenmişti. Thames & Hudson onu geleceğin 100 ressamından biri olarak seçti. Kalemle çizilmiş gibi görünen veya baskı izlenimi veren yağlıboya resimleriyle tanınıyor. Parlour’un çalışmalarındaki karakteristik parlak renk birimleri, özenle gölgelendirilmiş şeritler, şematik alanlar ve dokunsal yüzeylerden örnekler içeriyor. Renklerinin ve ilhamın dünyasına dalıyoruz birlikte.
Tamamıyla renkler üzerine kurulu bir sanatsal pratiğiniz var. Nedir renklerin büyüsü?
Renkler joker gibi. Diğer sanatçılara duyduğum büyük hayranlığımın ana sebebi de genellikle renkleri kullanma ustalıklarından kaynaklanıyor. Georges Seurat’ın resimlerinde renkler birbiriyle harmanlanmamıştır ama siz onlara baktığınızda öyle görürsünüz. Renk; ışığa, yüzeye, uygulamaya, viskoziteye, şeffaflığa veya opaklığa bağlıdır. Van Gogh’un yeşilleri yanında mutlaka turuncu arar gözler. Monet bize çizgiden önce rengi görmeyi öğretti. Seurat, o renk aralıklarından yararlanır. Renkle ilgili sorular beni ayakta tutuyor ve meşgul ediyor. Çarpıcı etkileri her seferinde beni şaşırtıyor. Bir rengin diğerinin etkisini değiştirmesi muazzam.
Yaptığınız işler için soyut sanat diyebilir miyiz?
Soyut resim, resmin üç boyutlu alanı temsil etme becerisinin aksine, gerçek biçimlerin fikri etrafında birleşir. Ben işlerimde kesik bir alan derinliğine devam ederken, yanılsamayı ortadan kaldırmıyorum. Resimlerime diyagramatik olarak yaklaşma sebebim öğrendiğim matematik ve mimari bilgilere dayanıyor. İllüzyon, ağırlıklı olarak ardışık (ancak eşit) gölgeli renk bantlarım aracılığıyla şematize ediyorum fikirleri. Çelişkili gölgeleme kübistlerin görev alanını canlandırırken, Mondrian’dan sonra gölgeler modernistlere daha yabancı gelmeye başlamıştır.
İşlerinizin merkezindeki geometriler bana mimariyi de çağrıştırıyor. Size ilham veren mimarlar kimler?
Kesinlikle, brütalist mimariden 18. yüzyıl İngiltere şatolarını anımsatan süslü yapılara kadar birçok mimari örnek bana ilham veriyor. Favorim Padua, İtalya’da bulunan Giotto’nun Cappella degli Scrovegni isimli manastırı. 1303 dolaylarında yapılmış. Dış cephesi tamamıyla tuğlalarla kaplı. Muazzam fresklere sahip, çok uzun ama bir o kadar da zarif bir yapı. Giotto da var olan materyalleri trompe l’oeil’le illüzyon yaratarak onları bize farklı bir gözle tanıtıyor. Gerçek ve hayali olan, mimari ve resimler arasındaki sınırları muğlaklaştırıyor. Giotto’dan bu işi yapmasını isteyen patronu için para hiç sorun değildi. Peki o zaman sizce neden gerçek ve etkileyici mermerler kullanmadı Giotto? Çünkü o zaman bakanı bu kadar heyecanlandırmayacaktı. (Bu arada, meraklısına bir not; Şapel, Giotto’nun ve Batı sanatının önemli bir şaheseri olarak kabul edilen bir fresk döngüsüne ev sahipliği yapıyor. 2021’de, Padua şehir merkezindeki sekiz tarihi binanın da dahil olduğu 14. yüzyıl fresk döngülerini kapsayan UNESCO Dünya Mirası Alanı olarak listelendi.)
Selma Parlour işleriyle farklı görme biçimleri yaratıyor biz izleyicileri için. Mimari, sanal ve uzaysal keşiflere diyagramsal yaklaşımı sayesinde çıkıyoruz.
Çalışmalarınıza bir süre baktıktan sonra üzerindeki derinlikler ve şekiller sizi farklı bir boyuta taşıyor gibi. Sergileneceği noktaları düşünerek mi üzerlerinde çalışıyorsunuz?
Bugüne kadar, mimariyi en çok Soho Square’de yer alan House of Saint Barnabas’ın ana yemek odasında sergilenen işlerimde kullandım. 1700’lü yıllara ait Rococo tarzındaki panelleri göz önünde bulundurarak çalıştım. Trompe l’oeil yöntemini kullanarak rölyeflerin gölgeleri ve benim kanvaslarım arasında illüzyon yarattım. Duvarların rengi çok fazla rengi emebiliyor. Bu da benim renkli resimlerim için ilginç bir arka plan sunuyor.
İşlerinizde hangi sanatçıların etkisi var?
Frank Stella, Agnes Martin, Robert Mangold, Jonathan Lasker ve Tomma Abts’ın yarattığı dünya çok hoşuma gidiyor ve onların kurdukları cümlelerden çok fazla yararlanıyorum. Ancak beni etkilendiğim sanatçılardan ayıran nokta işlerimin pirüpak oluşu, yüzeyleri hep daha yumuşak ve kişide temas hissi uyandırması.
Sanatın yapabileceği en etkili şey sizce ne?
Ben sanatı daima elektrik prizlerine benzetirim. Çünkü etkileşimi ve bağ kurmanızı sağlıyor. Bir tarafta fikir vardır, diğer tarafta da materyal. İkisi arasındaki boşlukta da o büyüleyici şey meydana gelir.
Bu yaz en çok hangi sergileri görmek istiyorsunuz?
Londra, The National Gallery’de 31 Temmuz’a kadar sürecek Raphael ve yine aynı şehirdeki Royal Academy of Arts’da 19 Haziran’a kadar devam edecek Kawanabe Kyōsai sergilerini…
House of Saint Barnabas’ın ana yemek odasının duvarında Selma Parlour’un işleri var.
Londra’da diğer favori noktalarınız neler? Bize nereleri önerirsiniz?
Şehrin merkezindeki küçük parklara bayılıyorum ve Londra bunlarla dolup taşıyor. Keşke bu parkların her biri halka açık olsa ve oturacak bir sürü bank da olsa. Sanat açısından soracak olursan da, ticari olmayan sanat galerilerini ziyaret etmek bana hep daha ufuk açıcı geliyor. Nehrin güney tarafında bulunan Palfrey ve Coleman Projects favorilerimden.
Sırada ne var?
Eylül’de Atina’da Dio Horia Gallery sanat galerisinde sergim var. Şehre geri döneceğim için çok mutluyum. Ayrıca iki solo sergim üst üste. Hemen arkasından Ekim’de de Pi Artworks Londra’da sergim olacak.
Röportaj: Aykun Taşdöner
ELLE Türkiye Haziran 2022 sayısından alınmıştır.