Cts. Kas 2nd, 2024
Cengizhan Orakçı

Ölüm, Mezarlıklar ve Modern Korkularımız

Benim büyüdüğüm mahallenin hemen yanı başında bir mezarlık vardı. Her gün, sabah akşam yanından gelip geçtim. Ne güzel servilerle çevriliydi etrafı. Serviler, göğe açılan ölülerin elleriydi sanki.

Sadece bizim mahalle değil, “ruhaniyetli” şehrin, bütün mahallelerinde neredeyse mezarlıklar vardı. Mezarlılarla evler iç içeydi. Mezarlar gözden ırak yerlere, tepeler ardına, kuytu yerlere değil, aksine şehrin içine, en görünür yerlere yapılmıştı. Nedendi acaba? Atalarımız niçin böyle davranmışlardı? Mutlaka haklı bir gerekçeleri vardı…

Biz, ölüleriyle beraber yaşayan bir millettik. Fethedilip vatan yapılan bütün şehirlerimizde mezarların ve mezarlıkların müstesna bir yeri vardır.

Atalarımız mezarlıklara son derece önem vermişler ve mezarları şehir hayatından tecrit etmemişler; aziz ölülerini hemen mahallelerin içine, evlerin yanı başına gömmüşler.

Evlerin pencerelerini mezarlıklara açmakta bir beis görmemişler. Kapıdan çıktıklarında mezarlıkların önünden geçmişler.

Ölüleriyle iç içe yaşayan eski Türk toplumu için mezarlıklar, pedagojik bir tesir icra ediyordu; penceresinden mezarları gören, evine gidip gelirken mezarlık önünden geçen insanlar, her an hayatın fâniliğini düşünüyordu. Mezarlıklar bir ihtardı, yerin üstündekilerin de kendilerine geleceklerine dair. İnsanların insanlığından ayrılmaması için, dünyanın kirine, pasına batmaması için bir pusulaydı mezarlıklar. Esaslı bir öğretmendi…

Üstat Yahya Kemal Beyatlı, ölüleriyle yaşayan bir millet olduğumuzu en iyi idrak edenlerdendir. Madrid Büyükelçiliği görevindeyken katıldığı bir davette Yahya Kemal’e Türkiye’nin nüfusunun ne kadar olduğunu sormuşlar. Üstat hiç düşünmeden “seksen milyon” demiş! Davetlilerden biri, “Efendim, bir gazetenin verdiği bilgiye göre bu günlerde memleketinizde yeni nüfus sayımı yapılmış, on beş milyon kadarmışsınız…” deyince, Yahya Kemal yine hiç beklemeden şu cevabı vermiş: Ben ölenlerimizi de saydım. Cevabım doğrudur, zira biz onlarla bir arada yaşarız…”

Eski şehirlerimizde ve mahallelerinde hayatla ölüm arsında şeffaf bir kapı vardı. Hayatla ölümü ayıran sadece bu şeffaf kapıydı, işte o kadar… Şehirlerimizin peyzajında mezarlılar önemli bir yar tutardı. Mezarlıkları süsleyen serviler, adeta dekoratif bir elemandı. Serviler, özellikle mezarlıklara aittir; uzaklardan bakıldığında görünen serviler, oranın mezarlık olduğuna delalet ederdi. Servilerin uhrevi havasında ölüler, huzur içinde uyurlardı. Onlar “serin serviler altında” uyurken, “her gece bülbül öter, her seher bir gül açardı.” Eski toplumumuzda, “ölüm asude bir bahar ülkesiydi.”

Atalar, en muazzez ölülerini ise, şehrin en görünür yerlerinde toprağa verip üzerine bir sanat abidesi olan türbeler inşa ettiler. Mesela Bursa Yeşil Türbe’de ölüm, yeşil çiniler arasında ruhu kanatlandıran bir iklimdir. Gezdiğimizde biz de o iklime giriveririz; insanın hemen oracıkta ölesi gelir!

Tanpınar’ın “sabrın acı meyvesi” diye nitelediği Muradiye… Alınamamış nice “muradlar” şimdi bağrında ebedi uykusunda yatıyor. Burası Osmanlının İstanbul’ u payitaht yaptıktan sonra da bir döneme kadar önemli şahsiyetlerini getirip defnettiği türbeler manzumesi. Uludağ’ın eteklerinde, ölümün sanata dönüştüğü mekân; çınarlarla, servilerle el ele veren türbeler bugün de Bursa’nın orta yerinde “konuşması”nı sürdürüyor. Türbeler bir yandan şehri süslerken, diğer yandan da içinde ikâmet edenler aramızda yaşamaya devam ediyorlar. Şehzade Cem bizi hiç bırakmıyor! Şehzade Mustafa her an ağlanmaya hazır bir hıçkırık!

Bugün ölüm karşısındaki duruşumuz çok farklı, modern insan ölümden korkuyor! Çünkü ölüm fikrini aklına getirmemek için olağanüstü bir gayret gösteriyor. Modern çağın insanı ölümden kaçmak için ne gerekirse yapıyor; sanki ölüm onu kaçtığı yerde gelip bulmayacakmış gibi, komik davranışlar sergiliyor. Mesela, “Her canlı ölümü tadacaktır.”

Ayetini bir mezarlığın kapısında tesadüfen görecek olsa, “ Bu söz buraya niye asılmış, bu söz insanların psikolojisini bozuyor!” diye yaygarayı basıyor! Ayet olduğunu bile bilmiyor!

Hem korkak hem cahil!

Modern bir sitenin içine yapılacak caminin musalla taşı var, görünce psikolojimiz bozulur, diye karşı çıkıyor modern insan. Sanki ölmeyecek ve sanki o taşa yatmayacakmış gibi!

Garip, pek garip… Oysa bu ülkede gayrimüslimler hariç, ölen herkes, dinle bir ilgisi olmasa da o musalla taşına getiriliyor, namazı kılınıyor!

Artık mezarlıklarla iç içe değiliz; yani ölülerimizle birlikte yaşamıyoruz. Mezarlılları ancak bir yakınımızın ölümünde, onu mezara defnetmek üzere gittiğimizde görebiliyoruz. Şehrin içinde, göz önünde bir mezarlık fikri modernist anlayışta hoş görülemezdi. Modern insan ölüm fikrini asla aklına getirmemeliydi. Öyle de oldu; ölümü sadece bir yakınımız öldüğünde hatırlar olduk.

Yolumuz üstünde bir mezarlık yok. Akın akın türbelere gidenler de ölümü hatırlamak için gitmiyor! Dünyalık peşinde olanlar türbeleri bir “hacet kapısı” gibi görüyor…

Mezarlıklar keşke şehirlerin ortasında olsaydı! Diyelim ki Kızılay Meydanı bir mezarlık olsaydı, kötü mü olurdu? Haydi, itiraf edin ürktünüz değil mi?

Yolumuz arada bir mezarlılardan geçmeli, ölmeden önce tabii…

 

Not: Bütün okuyucularımın Ramazanını en kalbî duygularımla kutluyorum; hayırlara, güzelliklere vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan diliyorum…

By Usta

“Seni çok seviyorum ama sana anlatamıyorum.”