Paz. Nis 28th, 2024

Kadın Cinayetlerini Durduracağınız Platformu’nda faal olarak görev alan avukat ve aktivist İpek Bozkurt, İngiliz yönetmen Choe Fairweather’ın “Ölümle Boşanmak” başlıklı belgeselinin de karakterlerinden. Kendisiyle filmi ve bu bağlamda Türkiye’deki kadın hareketlerini konuştuk.

Ölümüne Boşanmak, yaklaşık altı yılda tamamlanan bir belgesel. Türkiye’deki kadın mücadelesine ve şiddet gören kadınlara hukuki açıdan destek sağlayan avukat İpek Bozkurt ve Ayşen Ece Kavas’ın çalışmalarına odaklanıyor ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açmış olduğu davalardan ikisini merkezine alarak Türkiye’nin son altı yılına hızlı bir bakış atıyor, kişisel hikayeler aracılığıyla Türkiye’de kadın olma mücadelesini anlatıyor. Daha önce politik olduğu gerekçesiyle İstanbul Film Festivali’nde gösterimi yapılmayan, İngiltere’nin En İyi Uluslararası Uzun Metraj kategorisinde Oscar Ödülleri’nde aday olarak gösterdiği bir yapım. Belgeselde izlediğimiz, kadın düşmanı eğilime meydan okuyan İpek Bozkurt; hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde çalışmış, 2013 yılında Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndaki toplantılara katılarak kadın hareketinin bir parçası olmaya başlamış. Platformla beraber üstlendiği ilk dava filmde de izlediğimiz Kübra Eken’in davası. Bozkurt hem kadın davalarının sistematik takibine hem de insan hakları üzerine çalışmalarına devam ediyor.

Filmin gelecek tarihlerdeki gösterimleri, festival yolculukları ve arka planı hakkında detaylı bilgilere dyingtodivorce. com adresinden ulaşabilirsiniz.

Chloe’yle nasıl tanıştınız, film nasıl çıktı ortaya?
Tamamıyla tesadüfi bir şekilde tanıştık. Chloe’nin erkek kardeşi ve eşi Türkiye’de yaşıyorlar, hatta kardeşi de gazeteci. Ve kadın hareketini takip ediyorlar, 2015’te Van’da intihar eden çok küçük yaşta genç kızlar vardı. Chloe de bu sırada ülkeye geldiğinde kadın hareketinin olayları nasıl ele aldığını görmek istemiş. O günlerde Özgecan Aslan öldürülmüştü ve biz de platform olarak otobüslerle Tarsus’a gidiyorduk. Chloe de bizimle beraber Tarsus’a geldi çünkü aynı zamanda gelişmeleri BBC için aktaracaktı. Ardından Londra’ya döndüğünde Türkiye’de yaşanan olayları daha detaylandırabileceği bir belgesel için çalışması önerilmiş. Ben bu sırada Kübra Eken’in dava dosyaları üzerine çalışmaya başlamıştım. Chloe de bir anda hem benimle beraber celselere hem de Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun eylemlerine katıldı. Ve bir şekilde film yolunu buldu.

Filmde Arzu Boztaş’ın ve Kübra Eken’in gördükleri şiddet sonrası hukukun nasıl işlediğini görüyoruz…Arzu’nun da Kübra’nın da ortak özellikleri mücadeleci olmaları. Belgeselde kocası tarafından kolları ve bacakları tüfekle vurulan Arzu’nun ve gördüğü şiddet nedeniyle artık hareket etmekte zorlanan Kübra’nın mücadele dolu yaşamlarını izliyoruz. Film aslında bir üçüncü kadının sözleriyle başlıyor. “Arkamdan birinin bana koştuğunu hissettim, döndüm… bir şey yapamadım… Eski kocamdı” diyor. Güvenlik nedeniyle çok sık yer değiştirmek zorunda kaldığı için film ekibinin takip etmesi olanaksızdı.

Davaların uzun sürdüğünü tahmin ediyorum, filmin yapım süreci nasıldı?
Chloe düzenli olarak iki ayda bir Türkiye’ye geldi. Takip ettiğim davalar 15-20 celse sürüyor ve her birine katılıyordu. Turist gibi, yabancı ve dışarıdan bir gözle bakmadı, ailelerle arkadaş oldu, olaylara dahil oldu. Ancak itiraf etmem gerekirse benim açımdan da oldukça yorucuydu. Neticede biz kamera önünde çalışan insanlar değiliz. Bir senaryoya bağlı kalarak çekmedik bu filmi. Adliyeye koşuştururken, belki asabınızın da bozuk olduğu bir anda size sürekli sorular sormakla yükümlü bir yönetmene olayları aktarmanız gerekiyordu.

Sizin bu filmde yer alma nedeniniz neydi?
Filmde kadına karşı şiddet sürecinden bahsediliyor. Bunların sadece adli bir vaka olmadığını, sistematik ilerlediğini ve çeşitli politik iklimlere, nedenlere bağlı olduğunu anlatıyorum. Şiddet sistematik ve politik. Bu insanların şahsen mağdur olmadıklarını, ancak sistemin şiddeti doğurduğunu anlatmak istedim. Neden şiddet var, nasıl oluştu? Bu yüzden filmde bir de ülkenin gündeminden görüntüler görüyoruz.

Bu yapım ya da sosyal medyadaki kadın hareketleri hukukun işleyişine nasıl yön veriyor? Nasıl değiştiriyor?
Belgesel Türkiye’nin yakın tarihine bir bakış açısı, hem de kadın hareketinin bununla nasıl iç içe geçtiğini anlatmak açısından değerli. Şimdiki döneme bir iz bıraktığını düşünüyorum. Türkiye’deki kadın hareketleri daha fazla veri toplamak üzerine kurulu. Buna ilişkin üretmek çok fazla standardize edilmiş değil. Amerika’da, Avrupa’da, Kanada’da çalışmalar daha detaylı, burada kadın hareketleri çok kısıtlı alanlarda çalışıyor. Davalara gelecek olursak. Hakimin vicdanını göz önünde bulundurarak karar vermesi gereken konular var. Vicdanın ne konuştuğu çok önemli. Bu vicdan Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliğini görüp karar vereceği zaman bir Norveçli hakimin zihniyle karar vermiyor. Kendi toprağından ne kadar besleniyorsa o kararı veriyor. Kaleme alınmış uluslararası sözleşmeler var, ancak vicdanla sözleşmeler aynı paralelde gitmiyor. Kamuoyunun etkisi de gidilmesi gereken yolu göstermesi açısından önemli.

Kadın hareketi neden önemli?
Kadının sadece kadın olduğu için şiddet gördüğü bir kavram var. O yüzden kadın hareketi önemli. Tartışılması gereken konuları mahkeme salonlarına taşıyor. Toplumsal hareketlerin, kadın hareketlerinin değiştirici gücü var.

Filmin gösterim yolculuğu nasıldı?
Geçtiğimiz sene 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden bu yana çeşitli festivallerde gösterdik. Liste Kanada’dan Hollanda’ya, İran’dan Japonya’ya uzuyor. İnsan hakları ve Uluslararası aktivizm kulvarlarından ödüller aldı. İngiliz Bağımsız Filmler Akademisi’ne (BIFA) aday gösterildi. Oscar ödüllerinde En İyi Yabancı Film kategorisinde İngiltere’nin adayıydı. En İyi Belgesel kategorisinde uzun listeye seçilmişti…

Aslında Türkiye’deki kadınların hikayesi, ancak sorun sadece bu coğrafyayla sınırlı değil sanki?
Ortaya koyduğunuz şey görsel bir sanat, dolayısıyla dünyanın her yerinden destek ve dayanışma mesajları geliyor. İskoçya’daki gösterimimiz sırasında oradaki kadın örgütleri, baroların temsilcileri ve STK’lar da katılmıştı ve bahsedilen konular şuydu: Özellikle son yıllarda İngiltere’de kadınlara karşı yapılan cinsel saldırılarda artışlar olmuş, İskoçya’da da kadınların adalete ulaşımının zorluğundan bahsettiler. Kurulan tüm STK’lar da o adalete erişim üzerine çalışıyorlar… Herkesin ortak söylediği şey şuydu: ‘Evet Türkiye’de yaşayan kadınların filmini izledik, ancak global bir soruna parmak basıyor.’ Kadınların her tarafta hukuka erişimleri sınırlı ya da içinde bulundukları sistem şiddeti artırıyor. Kimse Türkiye’nin haline üzülmüyor, aksine ‘Biz de böyleyiz’ diyorlar. Kanada’da aborjin kadınların ortadan kaybolması, toplu tecavüze uğrama vakaları var. Ancak Kanada, bunlarla yüzleşmek için bir bakanlık kurdu.

Arzu ve Kübra izlediler mi belgeseli, nasıl hissettiler?
İzlediler ve çok beğendiler, çünkü filmin amacı onları en savunmasız, en kırılgan ve kendilerini en kötü hissettikleri anları belgelemek değil onların mücadeleci taraflarını aktarmaktı. Biz her zaman bir şiddet pornografisi yapmaktan uzak durduk. İzleyiciyi ağlatma odaklı kurmadık hikayeyi.

Her şeye rağmen umut var…
Her türlü mücadelede umut çok önemli. Belgeseli farklı kılan kadın cinayetlerini göstermekle yetinmemesi. Öne çıkan his, şiddet mağduru kadınların gücü ve onlara umut veren gönüllülerin cesareti ve azmi.


Yazı: Aykun Taşdöner

Fotoğraflar: Barbaros Cangürgel

ELLE Türkiye Mart 2022 sayısından alınmıştır.

By Usta

<<- Kızlar Baklavalı erkekleri sever diye duyduktan sonra elinde baklava tepsisiyle gezen